Selim İleri’yi Okuyu, Okuyuverin!

İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!…Selim İleri‘nin  İstanbul’a dair yazılarının toplandığı derleme bir kitap.

Çok Selim İleri okumuş birisi değilim, bu okuduğum ikinci kitabı. Daha önce “Uzak, Hep Uzak” kitabını okumuştum, yine gazete yazılarından bir derleme kitaptı. Daha çok okuyacak Selim İleri kitabı var.

Piyer Loti'den Haliç Eyüp, İstanbul - 8 Temmuz 2008

Piyer Loti’den Haliç
Eyüp, İstanbul – 8 Temmuz 2008

Selim İleri kendine has üslubu olan bir yazar.  Evet, Selim İleri sanki yazmıyor, sohbet ediyor. Üslup sıcacık, sarmalayıcı; okumak yormuyor, kelimeler, satırlar akıyor sıcacık içinize, sanki bir yudum ıhlamur, kokusu da rengi de var.

Hemen dikkatimi çeken şeyler kelimeler, söyleyişler, yeni kelimeler. Aslında hep bildiğimiz ama handiyse unuttuğumuz kelimelerin yanında, yenilerini icat ediyor. Bakın işte, hemen ben de Selim İleri’den öğrendiğim bir kelimeyi kullanmaya başladım bile: Handiyse.  Nedir bu “handiyse” kelimesi? Tanıdık geliyor, sesine kulağımız aşina? Ama kimdir, necidir bu “handiyse”? Buldum, “handiyse” neredeyse ve hani neredeyse deyişlerinin kardeşi. Lügate müracâat ettim. TDK Büyük Türkçe Sözlük handiyse için diyor ki: Birinci anlamı “Yakın zamanda, hemen hemen.” ve ikinci anlamı “Neredeyse”.

“Handiyse” değil sadece başka kelimeler, söyleyişler de var. Mesela “enikonu”, “birörnek”, “git git”, “kıranta”, “zıpçıktı”, “gönül indirmek”, “duygun”, “üzünç”, “duygulanım”, “gelgeç”, “uğraşdaş”, “boşyücelik”, “gönüldenlik”, “ala ala”, “horgörülü”, “yücegönüllü”, “belgin”, “ezgin”  ve daha niceleri. Adeta yeni bir dili keşfetmenin tatlı heyecanını duyuyorum.

Şu “horgörülü” kelimesine bakar mısınız? Hor görmek vardır, hatta hor görmenin zıttını hoş görmeyi de bilir

iz ve hoşgörülü olmayı da! Ama hor gören kişiye “horgörülü” demek, ne güzel bir icat! Harikulâde!

“belgin” ve  “ezgin” evlenseler çocukları “bezgin” olacak sanki!

Kelimeler, deyişler, sözler ya içerik, ya yazılardaki lezzet! Kitabı okurken hücum eden hisler, ışıklar, gönlüme ferahlık veren lezzetler… Tabii kısa kısa, tadımlık…

Selim İleri

Selim İleri

İlk yazı ve altı çizilen ilk cümle: “Yaprak dökümlerinin güzelliğine, elemine, kendimi bildim bileli vurgunum.” Ağaçlar yapraklarını döker, bir yaprak dökümü yaşanır. Bir elemdir yaşanan ama güzeldir. Dökülen yapraklarda görür mü insan kendini? Elem sarar mı sizi de? Ama size yaşama sevinci veren bir elem. Düşen yaprakları seyretmek, ayağınızın altında ezilen yapraklara dokunmak istemek. İşte bir kez daha konuşuyor ağaçlar benimle, Ahmet Haşim’e elini uzatan yapraklar gibi; Behçet Necatigil’in şiirinde söylenemeyenleri söyleyen küpeçiçekleri gibi…

İleri İstanbul’u anlatırken bir yerde diyor ki: “Büyük çayırlar parsellenerek, taşra görünümlü yörekent mahalleleri haline getirilmiştir.” Evet öyle, büyük çayırlar nerede, yeşil nerede? Ah İstanbul, biz sana ihanet ettik; ihanetimiz hâlâ devam ediyor. Kalsaydı bir çayır, şöyle numune cinsinden. Büyük bir cam fanus içine koysadık bu büyük çayırı, sur dışındaki çilek tarlalarını, Beyazıt meydanındaki, Mecidiyeköy’deki dut ağaçlarını ve sonra müze gezer gibi gezdirsek çocuklarımızı ve göstersek: “Bakın çocuklar biz ihanet ettik İstanbul’a, atalarımıza, ecdadımıza.

Ben böyle bir yer biliyorum, tabii hâlâ duruyorsa! Bilenler bilir Boğaziçi Üniversitesi’nde İsviçre adı verilen bir yer vardır. Neden İsviçre bilmiyorum, bilenler haber versin. Güney kampüsten, Hisarüstü kampüsüne gitmek isterseniz, en kestirme yol -ayaklara sağlık- İsviçre’den yürümektir. Bir patikaya gire

rsiniz, her yer ağaç! Belli ki yukarılardan bir dere gelip, denize doğru akıyormuş, küçük bir vadi. Ağaçların arasından Rumeli Hisarı’nı görebilir, şöyle Aşiyan köşklerine göz atabilirsiniz. Sincap bile görmüştüm orada. Çok sürmez yolunuz, beş dakika bilemedin on dakika. İşte orayı cam fanus içinde bir müze yapsak da çocuklarımıza göstersek. Bütün Boğaziçi tepeleri hep böyleydi. Ya şimdi! Ah İstanbul sen haline bizler ihanetmize ağlayalım!

İleri’nin yazar olmak ülküsünde, çiçeğin, yeşilin rolü büyükmüş. Hele renkler, şekiller ve hele râyiha… Bir çiçek -yaratıcının en müstesna icatlarından- adamı yazar da eder, şair de, âşık da, mâşuk da! Çiçeklerin varlığı kadar isimleri. İleri yazıyor ben çiçek bahçesinde dolaşıyorum. Çarkıfelek, pembe güller, hercâi menekşeler, kasımpa

İbrahim Safi - Ortaköy Camii

İbrahim Safi – Ortaköy Camii

tılar…

İleri’nin bir Neşecan yengesi varmış. Neşecan, ne harikulâde bir isim. İsim arayanlara duyurulur.

Gene İleri’den öğreniyoruz: Sait Faik en gerçekçi Beyoğlu yazarı; Refik Halid Karay Türkçe’nin büyük tasvircisi ama aynı zamanda çatal dillidir; Nihat Sırrı Örik yitik yazarımızdır; Hüseyin Rahmi gizli bir çevre bilinci yazarıydı.

İleri Beykoz’un gizli kuytu köşelerinde dolaşırken birkaç ‘harap’ eve rastlayınca handiyse seviniyor. Harabeye sevinilir mi? Yine İleri cevabını veriyor: “Geçmişteki güzel mimarisini tümden yitiren şehirlerde, ne yazık ki, seviniliyor.” İleri ekliyor: Edmondo de Amicis 1874’de gördüğü Beykoz’u kaleme getirirken “bahçeler ve bağlarla çevrilmiş, koca ceviz ağaçlarının altındaki büyük Beykoz köyü” der. Şimdilerde ne zaman İstanbul’dan ne zaman Beykoz’dan söz açılsa. “Oo Beykoz mu, çok güzeldir, çok yeşildir.” deniyor! Öyle mi, değil! Amicis’in Beykoz’u değil artık Beykoz! Siz geriye kalanlara seviniyorsunuz, ama farkında değil misiniz, tüketmeye, tahrip etmeye, yıkmaya devam ediyorsunuz. Üsküdar da, Kadıköyü de, Maltepe de öyle güzeldi ama kalmadı hiçbir şey! Bitti herşey, bu gidişle Beykoz da bitecek!

Şimdilerde konaklarımız, köşklerimiz ve hatta evlerimiz yok! Apartmanlarımız, dairelerimiz var! Evler oldu villa! Bahçelerimiz yok, yeşili az parklarımız var! İleri’nin dediği gibi git git yiten İstanbul mimarisi genç kuşaklara kendinden pek az şey söyleyebiliyor. Hiç merak ettiniz mi konak nedir, köşk nedir, aralarındaki fark nedir? Öyle ya Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı, Samiha Ayverdi’nin İbrahim Efendi’nin Konağı var; Ömer Seyfettin’in Pembe Köşk’ü. Efendim, İleri cevabı Abdülhak Şinasi’de bulmuş: İstanbul evleri -çok çok eski zamanlarda, bir masal ülkesinde İstanbul diye bir yer varmış- ev

ler üçe ayrılırmış: Yalı, konak, köşk. Boğaziçi kıyılarında olanlara yalı; sayfiye semtlerde, bahçe içlerinde ahşap olanlarına köşk; şehirde, çokları kârgir olanlarına konak denirmiş. Size soru: Apartman, daire, gecekondu, site nedir? Bahçe nedir diye sormuyorum? İpucu vereyim: Bir yanda cihannümalı köşkler bir yanda zıpçıktı apartmanlar.

Son bir-iki asırdır bizim maceramız -sergüzeştimiz- şark ile garp arasında gidip gelmek. Bu hâlâ devam eden sergüzeştimizi merak edenler, ben İleri adına tavsiye edeyim: Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ını, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sini, Mithad Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unu ve Refik Halid’in Bugünün Saraylısı’nı okuyabilirler. Mai ve Siyah’da Ahmed Cemil hayat buluyor. Ve biliyor musunuz bir gün Ahmed Hamdi Tanpınar sadece bir romanda yaşayan Ahmed Cemil ile bir salı akşamı Eyüp İskelesi’nde karşılaşıvermiş. Siz de hiç karşılaştınız mı böyle kitaplardan çıkıp gelmiş kişilerle. Ben sanki Şair-i Azam Abdülhak Hamit Tarhan ile karşılaştım.

Halide Edip Adıvar “Kalbin bin bir ihtiyacı var, dos

Mehmet Ali Laga - Boğaziçinden

Mehmet Ali Laga – Boğaziçinden

t, aşık, arkadaş, daha bilmem kaç nevi râbıta insan için aynı zamanda kabildir” der de, Kalb Ağrısı okunmaz mı?

İleri anneannesinden bahsederken “reçeller meleği anneannem” diyor. Aman Allahım, reçeller meleği ne güzel bir ifade. Birisi elini çabuk tutsun ve böyle bir çocuk kitabı yazsın.

Uzun uzun yazmaya tâkat yettirimeyeceğim! Kitaptaki “Bir şiirin çevresinde…” yazısını herkes okusun. Ziya Osman Saba’nın ve eşinin kiraladıkları iki odalı bir ev ve bir şiir.

Bu satırın altını çizmişim: “Uzun ömrümüz boyunca âşinalık etmeye mecbur olduğumuz halde, muhabbet ve samimiyet kuramadığımız kimseler…” Bu cümle bütün sosyal hayatımızın özeti değil mi? Hep yakınlarında bulunduğunuz, mesai yaptığınız kimseler vardır, hep âşinalık etmeye mecburuz; ama hiç muhabbet ve samimiyet kuramazsınız. Yıllar geçer, arkadaş olurlar: Okul arkadaşı, iş arkadaşı, ülkü arkadaşı ama muhabbet yoktur. Herkes için böyledir; ve ne acıdır ki muhabbet ve samimiyet kurabileceğiniz insanlar daha uzağınızdadır. Bilemiyorum ki bir yol mu bulmak lâzım muhabbetdaşlarımıza ulaşmak için. Belki de kitaplar, yazılar bir yol olabilir benim için. Bazen düşünüyorum, bir kitabından, bir yazısından hem âşina olduğumu hem samimi bulduğum insanlarla niye irtibata geçmiyorum diye. İrtibata geçmek lâzım. Ve hergün âşina olmasanız da, evvel emirde samimi olduğunuz insanlar ile irtibatı koparmamak lâzım.

İleri Tanpınar’ı kendine benzetiyor. Ansızın çıkagelen alınmalar, fevrî sözler, içe kapanış… Artık bir daha Huzur’u okuma zamanı geldi. Mümtâz ve Nuran’ı anlamak içim, Tanburî Cemil’e bir yol bulmak için, Dede Efendi’nin dünyasına girmek, Ferâhfeza’yı keşfetmek için.

Benim de çok önemsediğim şehircilik, şehirlilik konusunda İleri’den dikkat çekiçi bir tavsiye: Hiç de yabana atılamayacak roman birikimimizden, şehircilik, kentsel doku adına yararlanalım.

İleri “muhacir” kelimesi ile 1955 yıllarının sonunda -İleri 6 yaşında- annesine Reşat Nuri’nin “Kirazlar” adlı hikâyesini okurken “Rumeli muhacirleri” tabiri ile tanışıyor. Ve sonra muhacir kelimesinin anlamını vermiş: “Doğup büyüdüğü toplakları bırakmak zorunda kalıp, başka, bir bakıma yabancı topraklar göç etmiş olanlar“. Ben ne zaman “muhacir” kelimesi ile tanıştım hatırlamıyorum. Ama şöyle biraz laf anlama devirlerine geldiğimizde. Balıkesir’de mütevazi bir aile olarak yaşarken, “macır” olduğumuzu öğreniyorum. Annem derdi “Biz macırız“. Sonraları “macır” kelimesinin “muhacir” kelimesinin halk arasındaki bir söyleyişi olduğunu öğrendim. Evet bizde Reşat Nuri’nin “Kirazlar” hikâyesindeki gibi Rumeli muhacirlerindeniz. Sonra sonra daha ayrıntılı bilgiler öğrendim muhacirliğimiz hakkında. Öyle çok yakın muhacirlerden değiliz. Bizler 93 muhaciriyiz, yani 1877-1878 Osmanlı – Rus harbinin hazin neticelerinden. Bulgaristan muhacirlerinden, babamlar Kırcaali yöresinden, annemler Razgrad’dan. Sevinç Çokum’un “Bizim Diyar” romanındaki göç sahneleri ve Kemal Karpat’ın anılarını anlattığı “Dağı Delen Irmak” kitabındaki memleketini terk ediş sahnesi, bana atamın dedemin yıllar önce yaşadıklarını biraz olsun hissetmemi sağladı.

İleri’nin kitabındaki yazılardan bir bölümü de bize mutfaktan bahsediyor. İleri aktarıyor: Refik Halid için bahar kocaman bir “ç” harfi demekmiş: Çağla, çimen, çayır, çim, çilek, çiçek balı, çiğdem… Ne fevkalâde bir gözlem, mis gibi Türkçem.

İleri bize Sermet Muhtar Alus’dan Türkçemiz’e bir fiil kelime kazandırıyor, mutfak Türkçemiz’e münhasır. Börttürülmek: Biraz, çok az kızartmak.

Duyduk duymadık demeyin! Arapça kökenli miğfer kelimesinin Türkçesi “tolga” demektir. Tabii ya Yahya Kemal’i anmamak mümkün mü? Yahya Kemal, “Akıncı” şiirinde ne diyordu? “Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle! / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…

Türkçem’de ne güzel renkler var. Ve turkuaz Türk’ün rengi! Peki güvez rengi nedir? Güvez, mora çalan koyu kırmızı renk imiş. I. Ahmed’in güvez atlastan kaftanı varmış. Merak edenler, buyrun Topkapı Sarayı’na. Sonra başka renkler var: Gülkurusu rengi, şeker rengi (sarıya çalan beyaz renk).

Çok uzun uzun yazıyorum. Sizi küçük bir hikâye ile dinlendireyim. Yine Selim İleri’nin kitabından aktarıyorum. Rivayet edilir ki -hakikâtını Allah bilir- Kanuni gençliğinden beri şık, süslü giyinirmiş. Şehzadeliği sırasında, böyle hayli süslü bir giysi yüzüden, babası Yavuz Sultan Selim’den azar işitmiş: “Süleyman, anan ne giysin?

İleri, Tanpınar’dan aktarıyor: İstanbul’un çehresi değişmediği zamanlarda, mimari, şiir ve musiki kardeştir. Ne kadar dikkat çekici bir tespit. Şimdi Türkiye’de sadece İstanbul’un değil, bütün şehirlerimizin şehircilik adına felâketleri, kendi kimliğimiza ait şiir ve musiki ile ünsiyetimizi kaybettiğimiz için mi? Sanatkâr ruhlar sahneden çekilince, mimari de nasibini alıyor! Hiç şiirden, musikiden ses vermeyen binalar ve tatsız – tuzsuz şehirler. Ah memleketim!

İleri, Behçet Necatigil’in Necati Cumalı’nın, Doğan Hızlan’ın gittiği bir lokatadan -dikkat restaurant değil!- bahsediyor; adı “Karışma Sen”. Ne fevkalâde bir isim! Mekânları, yaşadığımız yerleri verdiğiniz isimlerle de güzelleştirmeliyiz, değil mi ya!

Evet, sayın okuyucu, farkındayım uzattım da uzattım! Lafın kısası lütfen Selim İleri’nin yazılarını takip ediniz ve hatta “İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!..” kitabını elinizin altında bulunduverin ve ruhunuzu melâl sardığında okuyu, okuyuverin. Göreceksiniz, ferahlayacaksınız.

2 Comments

  1. Selim İleri’nin yazılarını sürekli takibe çalışan ve üslubunun hayranı bir okuru olarak enfes bir değerlendirme yazmışsınız, elinize sağlık!
    Bir Tüyap fuarında kitabını imzalatırken gösterdiği nezaket ve ilgisini hatırlamam en az yazıları kadar içimi ısıtır.
    Teşekkür ederim.

Comments are closed.